- Öksürük Krizleri ve Geçmeyen Öksürük İçin;
Malzemeler
- Süt
- Hatmi Çiçeği
Yarım bardak süt kaynatılır bir bardağa alınır içerisine 5-6 adet hatmi çiçeği kurusu atılır ılık oluncaya kadar bekletilir dudakla süzülerek içilir.
Günde 2 defa sabah ve akşam 3 gün yapılır öksürük durumuna göre devam edilir.
(Kaynak Saraçoğlu kürü) Kaynak Linki İçin Buraya Tıklayın - Bademcik Şişmesi ve Ağrısı İçin;
Malzemeler
- Adaçayı
Bir bardak su kaynatılır bardağa konulur içine 1 tatlı kaşığı adaçayı (bitki tercih ederim bitki ise 7-8 çiçek kısmından) konulur. Ağzı kapalı 10 dk demlenir sonra süzülür, ılıklaşınca gargara yapılır. Günde 3 kez yapılır. 3 gün yap sonra ya ara ver yada günde 1 yap bademcik rahatlayınca hemen bırak.
Duruma göre günde 1 defa çayı da içilebilir.
(özellikle yatmadan ve yeme içmeden önce yapılınca etkili oluyor ve gargara dan sonra 15 dk bir şeyler yenilmemeli içilmemeli konuşulmamalı ben etkisini daha hızlı gördüm.
(Kaynak Saraçoğlu kürü) Kaynak Linki İçin Buraya Tıklayın - Hemoroid (Basur) Rahatlatmak İçin;
Malzemeler
- Sarı Kantaron Yağı (Zeytinyağı ile yapılmış olanı tercih edilmeli)
Dışkılama sonrası meme oluşmasını önlemek ve rahatlatmak için bir miktar kantaron yağı ile dışarı çıkan şişlik içeri doğru kontrollü itilmeli. Bu uygulamanın ilkini banyoda sıcak su altında yapmayı öneririm. - Aft ve Ağız Yarası İçin;
Malzemeler
- Şap Taşı
- Tuz
Önerim önce aft üzerine parmağınızla tuz basın biraz 1 dk kadar sabredin sonra ağzınızı çalkalayın.
5 dk sonra tuzlu su ile yarım çay bardağı olacak aft üzerinde ağızda bekletin.
Son olarak 30 dk sonra aft üzerine 1-2 dk şap taşı bekletin.
Günde 2-3 kere yapabilirsiniz. Çok genişler yara artarsa hemen yapmayı bırakın başka yollar arayın.
" Bu yazılanlar sadece kendi tecrübemdir. Bana iyi gelmiştir size kesin iyi gelir diyemem. Bunlardan bir yan etki görürseniz hemen bırakın ve doktora başvurun bu yöntemlerden dolayı sorumluluk kabul etmiyoruz."
Allah Şifalar Versin :)
Fevzi H. AKTAS
"Zebuner" Olmak...
6 Aralık 2024 Cuma
Tecrübe Ettiğimiz Bazı Bitkisel Tedaviler
Umre İçin Tecrübe Ettiğimiz İhtiyaç Listesi
1- Mandal (Kıyafet Asmak İçin Kişi Başı 10 Ad.)
2- Küçük Havlu (Terlemeye Karşı Sırta Koymak İçin)
3- Banyo Havlusu (Otelde Veriliyor ama Yedek Olması İçin)
4- Banyo Terliği
5- Şal, Hırka Türü Şeyler Klimalardan korunmak için
6- Nane, Limon, Bal, Kış Çayı (Hastalanmamak İçin Önlem Almak Gerekiyor)
7- Ütü (Kırışıklığı Çok Takanlar İçin Yoksa Orda Lazım Olmadı Biz Kullanmadık)
8- Tatlı, Tuzlu Kurabiye Poğaça Çabuk Bozulmayacak Gıdalar (Büskivi vs. de olabilir)
9- Güneş Gözlüğü
10- Şapka
11- Çevrimdışı Uygulamar (Bölgenin Haritası, Çeviri için Translate vb.)
12- Umre Rehberi Uygulaması ve Dualar Uygulaması
13- Boş Poşet (Ayakkabı ve Terlik koymak için Atıştırmalıklar İçin ihtiyaç Oluyor)
14- Boş Pet Şişe (Kaynağından Zemzem Doldurmak İçin)
15- Bıçak (Meyve Kesmek için)
16- Çabuk Bozulmayacak mevsim meyvelerinden
17- Küçük Kolanya (sprey Olursa Daha İyi)
18- Pamuklu Kıyafetler
19- Orada Çocuklara Dağıtmak İçin Paketli Şekerler
20- Hatmi Çiçeği Kurusu (Boğaz Ağrısı ve Öksürük İçin Yarım Bardak Kaynamış Süte 5-6 Adet Atılır Ilık Olunca İçilir)
21- Çöp Poşeti ve Eldiven (Gittiğimizde Nur Dağında Çok Çöp Vardı Oraya Çıkmışken Bazı Çöpleri Toplayıp Atmak İçin)
22- Adaçayı Kurusu (Çay gibi demleyip Gargarası bademcik şişmesine iyi geliyor ayrıntı için internete bakabilirsiniz)
23- Ağrı Kesici, Kas Gevşetici, Grip ve Ateş düşürücü gibi ilaçlar
2 Aralık 2017 Cumartesi
24 Temmuz 2017 Pazartesi
Bingöl, Kiğı (2. Jandarma Komando Alay ve Tabur Komutanlığı)

KTM den geldikten sonra dinlenmek için yatakhanenize götürülürsünüz. "Yukarı" diye tabir ettiğimiz Kiğı 2. Jand.Kom.A.K.lığı ve 1.Jand.Kom.T.K.lığı dır. Yani komando alay komutanlığı ve tabur komutanlığı. Burada yani yukarı da yemekler ve işler ve disiplin olarak, KTM den çok çok daha iyidir. İlk geldiğinizde sizleri takım komutanı yada çavuşlar karşılar. ertesi gün ictimada ne iş yapacağınız yada neler yapabileceğiniz sorulur (genelde sizin ne söylediğinize bakılmadan onlar bir iş verir size :D )

Burada ilk gerçek nöbetleriniz başlar (yani elinizde silah ve tam dolu şarjörlerle) bu yüzden ilk gidişte size tekrar silah zimmeti verilir ve atışlar yaptırılır. (acemiliğe göre bayağı mermi yakarsınız burada) nöbet süreleri ve yerleri hakkında herhangi bir bilgi veremeyeceğimden dolayı bu kısmı es geçiyorum. ;)
Peki burada zaman nasıl geçer diye sorarsanız, içerisinde kullanabileceğiniz bir futbol sahası ile basketbol sahası vardır. ve kantin önünde masa tenisi vardır. Çarşıya çıkış yasak olduğu için 3 farklı kantin sayesinde neredeyse her aradığınıza ulaşabilirsiniz. (telefon, kulaklık, şarj aleti felan haricinde tabii ki) ;)

Komutanları iyidir, babacandır. Ben oradan ayrılırken bir kaçının elini öpmeyi bile ihmal etmedim. gittiniz zaman olabiliyorsanız kantinci, revirci, mepsçi, ve hatta kazancı olun bunlar iyidir ve rahattır. ;) Ne iş yaparsın denilince " Farketmez" demeyin, Fark ettirirler, pişman ederler. :D Operasyon hayalleri hiç kurmayın çünkü artık sizin gibi Er'ler değil profesyonel ordumuz çıkıyor. siz geri hizmette diğer işleri halledersiniz. Yani siz temizlik yapmalısınız ki ordu görevi için sağlıklı olsun, siz çöpü toplamalısınız ki ordu temiz kalabilsin, siz kaynak yada marangozluk yapın ki göreve giden ordu sizin sayenizde korunabilsin ısınabilsin, siz bulaşık yıkayın ki ordu yemek yiyebilsin...
Şimdiden geçmiş olsun der ve hayırlı teskereler dilerim. ;) :)
9 Aralık 2016 Cuma
Endişelenme!
Belki de ezan, dünyayı 'EZ' Rabbini 'AN' demekti..
Her şey güzel olacak, "dua" edince...
Her şey güzel olacak "dua" edince..
6 Aralık 2016 Salı
Bir insanin başina gelebilecek en güzel şey sevdiğinin diline dua olmaktır.
Bir insanin başina gelebilecek en güzel şey sevdiğinin diline dua olmaktır...
5 Aralık 2016 Pazartesi
Bingöl ktm (kiğı, 2. Jandarma Komando Alayı ve Taburu)
Askerliğiniz Bingöl kiğı'ya (yada Bingöl de bir yerlere çıkmışsa) Bingöl havaalanında iner inmez sizi AS.İZ ler alır. KTM'ye (kabul toplama merkezine) götürürler. Oradan her yere dağıtım yapılır askerler.
Kiğı ilçesine çıkacak olanlar KTM de en az 10-15 gün beklerler çünkü helikopter faaliyeti hergün kiğı ya çıkmaz. Peki bu 10-15 günde ktm de ne yapacağız? derseniz. Orada eğitim vs. yok, bol bol mıntıka(çevre temizliği) yaparsınız, ictima ya katılırsınız :) kimileri çok sıkılır orada kimileri hiç çıkmak istemez çünkü nöbet, iş ve silah sorumluluğu yoktur :) en çok merak edilecek şeylerden birisi ise cep telefonudur herhalde. Ktm de cep telefonu KESİNLİKLE yasaktır. Genelde arama olmaz girerken ondan telefon yanınızda durabilir ama oradaki görevli inzibatlardan biri görürse hiç affetmez alırlar cep telefonunuzu. Ktm den çıkana kadar alamazsınız.
Ktm de çoğu kişi tv izleyerek akşamlar, akşam ise yatakhane de içtima alınır, ve yatılır. Orada genelde akşam 8-9 gibi yat içtiması alınır. Sabah ise 6 da kalkılır.
Birçok kişininde görüşleri böyledir, ktm deki yemekleri ve özellikle kahvaltı yı görünce muhtemelen acemilikdeki beğenmediğiniz kahvaltıları, yemekleri mum ışığıyla ararsınız. Kahvaltı ya bir tabldot a 4 kişilik malzeme (salatalıklar genelde tüm konulur doğranmadan) konulur, 4 kişi oradan yer. Ve benim orada kaldığım süre boyunca kahvaltı da 2 yada 3 kere çay içebilmişimdir. Ya suyu ısıtmazlar, ya çayı geç yaparlar yada başka şeyler...
Bu arada iki tane kantini vardır oradan ziraat banka kartları ile nakit geçer. ktm'nin karşısındaki kışlada ise ZİRAAT BANKASI ile AKBANK ın atm leri vardır.
(Kiğı'daki birliğiniz hakkında bilgi almak için diğer yazımı okuyabilirsiniz. http://fevzihaktas.blogspot.com.tr/2017/07/bingol-kig-2-jandarma-komando-alay-ve.html )
Sorularınız olursa yorum bırakabilirsiniz yada aktasfevzi@gmail.com dan ulaşabilirsiniz.. :) şimdiden hayırlı teskereler..
4 Aralık 2016 Pazar
10 Ekim 2015 Cumartesi
![]() |
Resim: Erdem Güçlü, Konya |
Değişim
Fevzi H. AKTAŞ (Zebuner)
10 Temmuz 2015 Cuma
Bir ağabeyim vardı benim. Çocukluğumun kahramanı. Mahallemdeki çocuklar beni sıkıştırdığında imdadıma yetişen, haksızsam beni de okşamaktan geri durmayan. Başka ilde okuyordu o zamanlar, onun geldiğinde uyuyor olurdum hep. Ama hiç eli boş gelmemişti yatağımın ucuna ya da en azından ben öyle hatırlıyorum. Oyuncak piyano getirmişti bir kere, hani kırmızı ve pilli olanlardan. Durmazdı yerinde, gezerdi bisikletiyle. Hala kulaklarımda sesi "hadi atla önüme de gezelim" deyişi. Bir ağabeyim vardı benim. Çocukluğumun kahramanı...
Bir ablam vardı benim. Çocukluğumun annesi. Oyuncak bebekleri, barbieleri olmamıştı hiç. Bazen onun oyuncağı olurdum. Bazen de, uzakta okuyan diğer kardeşinin özlemini giderirdi benimle. Çok kızdırırsam; pencerenin parmaklığıyla arasına koyar beni, camı da üzerime kilitlerdi. Ne dışarıda ne de içeride olurdum anlayacağınız. Zorlandığım zamanlarda "Hadi ablam, beraber yapalım ödevini. 3 tane erik cebinde, 3 tane elinde, 3 tane de tabakda var. Hepsini yersen kaç erik yemiş olursun?" diyerek 3 kere 3'ü anlatması hala aklımda. Bir ablam vardı benim. Çocukluğumun annesi...
Fevzi H. AKTAŞ
aktasfevzi@gmail.com
21 Mart 2015 Cumartesi
Toprak çocuğuna kızmış, bir daha yalan söylememesi konusunda onu sertçe uyarmıştı.
Bayan Toprak çocuğunu şikâyet ediyordu. Biricik kızı Çiçek yalan söylüyor ve ailesi bundan hoşlanmıyordu. Hatta yalan söylediği için endişeleniyorlardı. Ne annesi ne de babası yalan söylemezdi. Yalanın kötülüğe sürükleyeceğini, Yaratıcı katında da insanlar içinde de ne kadar çirkin bir davranış olduğunu anlatmalarına rağmen Çiçek yalan söylemişti ve söylüyordu.
Bayan Toprak düşüncelerle gökyüzüne bakıyordu, gökte ay vardı. Bayan Toprak kandil gibi parlayan aya bakıyor, ay Toprak'a bakıyordu.
Ay: " Ben buradayım. Hiç yalan söylemedim ve yalan söylememde istenmedi benden" diyordu. "O gün, Eşref-ül beşer (s.a.v) şahitlik yapmam için Rabbinden izin almıştı. Doğrulara şahitlik yapmam ve ikiye yarılmam emredilmişti. Tıpkı o gün de olduğu gibi hiç yalan söylemedim, doğrulara şahitlik yaptım" diyordu. Toprak, aya bakınca aslında ayın bir şahit olduğunu hatırladı. Melekler; Bayan Toprak'ın kulağına, ayın hem kusursuz varlığıyla yaratıcısının şahidi hem de O'nun habibinin şahidi olduğunu fısıldadı. Her yerde rehberi olan efendisinin hayatı hatırlatıldı. Acaba ona hiç yalan söylemiş miydiler? Söyledilerse de o tepki vermiş miydi?
Ona yalan söylenmemişti. Çünkü o doğruydu. Dosdoğru. Hiç kimseyi hiçbir şey için zorlamamıştı. İnsanları unuttukları şeylerden dolayı azarlamamış, insanlara her zaman sakin ve ılımlı davranmıştı.
Ona emanet verilen yavrusunu ve ikisinin arasında geçen olayı bir kez daha düşündü. Çiçek ödev yapmayı unutmuştu ve okula giderken annesi ona ödevini sorunca yaptığını söylemişti. "Yaptım" demişti çünkü daha önce unuttuğu ve yanıldığı şeylerde annesi tarafından azarlanmış, kalbi kırılmıştı. Her defasında "nasıl unutursun? O senin yapacağın tek ve en önemli işin" gibi sözlere muhatap olmuştu. Bayan Toprak fark etti ki, Çiçek yalancı değildi. O sadece yalan söylemek zorunda bırakılmıştı. Üstelik onu yalan söylemek zorunda bırakan da kendisiydi.
Peki, sadece çocuklarımıza mı yalan söyletiriz gerçekten? O gün fark etti ki sadece Çiçek'e değil birçok kişiye yalan söyletmişti. Eşine, arkadaşlarına, ailesine, öğrencilerine... Doğum günü, yıl dönümü ve ya bir şeylerin unutulması, eksik yapılması. Bunlara sert tepki göstermiş ve insanlara bu tepkisinden dolayı hep yalan söyletmişti. Çünkü "yalancılıkla", "yalan söylemeye mecbur kalmak" arasında fark vardı.
" Birisi size yalan mı söyledi? Önce kendinizi hesaba çekin ey insanlar... "
Not: Vicdan.
Fevzi H. AKTAŞ
aktasfevzi@gmail.com
15 Ocak 2015 Perşembe
Kendisine yakın hissettiği bir arkadaşı ona bir söz söylemiş ve kalbi kırılmıştı Gökyüzü'nün.
- İnsan aceleci olduğu kadar hüküm de veren olabiliyor bazen. Bu konuda Hz Musa'dan bahsetmek isterim eğer müsaade edersen.
Sonrası malum, Musa'nın asası, firavun'un sihirbazlarının iplerini yutuyor. Sihirbazlar yere kapanarak secde ediyor ve " Biz artık Musa ve Harun'un Rabbine inanıyoruz" diyorlar. Firavun yenilmiştir ve hüküm verir. "Şüphesiz ben size azap tattıracağım" diye.
Bu gibi olayları veya çok daha azını hala yaşar insanlar. En çok da sözlerle hüküm verirler.
"sen aşağılık bir adamsın", "beceriksizsin", "yalancısın", "senden bir halt olmaz", "üşengeçsin", "pisliksin", "zayıfsın", "şişmansın", "dağınıksın", "yavaşsın", "çirkinsin", "doyumsuzsun", "gevezesin"...
- Evet, diyemeyiz Zebuner. Ama bunlar sadece birer kelime, söz değil midir?
- Bunlar sadece birer söz değildir. Aynı zamanda hüküm vermektir. "Ben senin varlığının değerini ölçerim ve bilirim" hükmüdür. Ne zaman birisine bir şey diyecek olsam yıllar önce bir hocamın dediği söz aklıma gelir, yumuşak ve anlaşılır konuşmaya dikkat ederim " Önemli olan senin ne dediğin değil, benim ne anladığımdır."
Devam edelim istersen, çünkü devamında sihirbazlar soylu bir yanıt veriyorlar firavuna " Hakkımızda nasıl bir hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatında hükümde bulunabilirsin." diyorlar ve onun hükmüne aldırmıyorlar.
- Bu tür hükümler yanılmıyorsam günah ve kul hakkı oluyor. Hatta gıybet bile sayılabilir değil mi ?
- Evet haklısın gökyüzü, ama gıybet sayılmıyor, bizzat gıybettir. Çünkü "Bir kişinin, yüzüne söylediğiniz zaman hoşlanmayacağı bir şeyi gıyabında söylemektir, gıybet." İnsan masumdur, hükümsüzdür. Hüküm yalnız yaratıcınındır. Böyle "hükümler" yol rehberimizin hayatında yoktu, olmamıştı. Hatta şakasına olsa bile...
21 Ağustos 2014 Perşembe
Henüz 20 yaşındaydım. Kalbim boştu. Bomboş..
Onu tanıdım, orada bir yerlerde sessizce duruyordu. Benden önce kimleri sevmişti? Kimlerin gözlerine bakmış, kimlere sevgilim, sürurum demişti? Bilmiyordum. Önemi de yoktu bunların. Hüzünlüydü kalbim. Bir bahane bulup onu daha iyi tanımak, tebessümlerine şahit olmak, hatta tebessümlerinin sebebi olmak istiyordum. Ona karşı duyduğum hislerden haberi bile yoktu belki de. Sonunda duygularıma dilim tercüman olmuştu. Söylemişti tüm hissettiklerimi.
İşte böyle başladı sevda…
Heyecanlandığında ve şaşırdığında “ Allah-u Ekber ” diyordu. Kim bilir kaç kere seccadem ıslanmıştı onun için.. Sağlıksız beslendiğime kızıyor, aman haa ! Namazlarına dikkat et diyordu. Evlilik düşlüyor hayallere dalıp gidiyorduk öylece.. Ona ayetler okuyor, öğrendiğim yeni ayet tefsirlerinden bahsediyordum. O ayetler üzerine konuşuyorduk. Bazen beni kitaplarımdan kıskanıyor “ Git kitaplarınla ilgilen” diyordu. Bilmiyordu ki nasıl Allah’ı sevdiğim için o yaratıcıya layık olabilmek için onunla ilgileniyor, değer veriyor ve seviyordum. Aynen öyle de sevdiğime yakınlaşmak onu kırmamak onu daha iyi anlayabilmek için kitaplarla ilgileniyordum.
Günler.. haftalar.. aylar.. yıllar geçti. Sanki bozulmuştu büyü. Birçok hata yapmıştık olmayacak işlere girmiştik. Affettiremedik kendimizi O’na ve birbirimize.
Onunlayken, onu özlüyordum adeta. Benim aşık olduğum gitmiş başka biri gelmişti yerine sanki. Belki de ben gittim değiştim bilemiyordum. Çok sorguluyor, geceleri uykularım bölünüyor ama “neden? “ sorusuna cevap bulamıyordum. Hata ikimizde de vardı sanırım. Samimiyeti kaybetmiş birer yabancı olmuştuk adeta..
Ve gittik… Dur diyemedik ne kendimize ne sevdiğimize.. Dur kaybetme beni, ben sana mecburum.. Dur gitme biz mutlak Yaratıcıyı tekrar aramıza koyalım, tıpkı eskisi gibi… diyemedik ve kaybettik.
Ve bitmişti her şey. Bilmiyordum asıl hikayenin asıl şimdi başlayacağını. Geceleri yalnızlık çöker ya yeryüzüne. İşte, o yalnızlık benim kalbime de çöküyordu her gece. Şiirler o, şarkılar o, ayetler o, düşünceler hep onu anlatıyordu bana..
Bilmiyorduk nedenini bu soğukluğun. Belki de biliyor itiraf edemiyorduk. Ama özlüyorduk birbirimizi.
12 Ağustos 2014 Salı
“Evet, aşk var Zebuner. Biz yaratılmış varlıklarız; merak, öfke, inat, sevme ve sevilme gibi hissiyatlarımız var. Hayat yeterince zor değilmiş gibi birde, bu hisler çorbası ile uğraşıyoruz. Yaratıcı bu hisleri neden verdi ki? Başımıza hiç olmadık işler açan bu his karmaşalarını. Sen geçen konuşmamızda aşk belasının insanları ne denli zor çıkmazlara sürüklediğinden ve sırf inadı yüzünden sonsuz meşakkat ve sıkıntı çekecek insanlar olduğundan bahsettin. Dediklerine katılıyorum aslında ama yaratılışımızdan gelen bu istekler, refleksler bulunuyor. Mesela sevme ve sevilme tutkusu yani aşk var. Her an ihtiyaç duyduğumuz ve istediğimiz bir şey.”
Zebuner tebessüm ile “çok önemli denilebilecek bir konuya takılmışsın. İnsanların olmazsa olmazıdır bu hissiyatlar ve aslında aciz yaratılan biz insanların bu ikram edilen hissiyatlara ihtiyacı var. Evet dediğin gibi merak, azim, inat, sevme ve sevilme duygularımız var. Ancak bunlar neden var ki? Demek yerine; Niçin verilmişler, Sebepleri ne? Gibi sorular sorarsak cevabını bulabiliriz. Bizler dünyada gelip geçici olduğumuzdan bu hisler dünya gibi fani olan zevkler için değil, rıza-i ilahiyi kazanmak için verilmiş nimetlerdir. Mesela, inadı ele alalım. Eğer bize verilen inadı sadece gelip geçici dünya menfaatleri için kullanırsak, anlamsız ve hatta çekilmez olur. Bize verilmiş olan bu kuvvetli inat yani ısrarla bir konu üzerine durma hissiyatımız ibadetlerde, Salih-i amel işlemede ve yaratıcının rızasını kazanmak için kullanırsak, işte o zaman veriliş nedenine uygun kullandığımız gibi hem rahata erer, huzur buluruz hem rıza-i ilahiyi kazanmış oluruz.”
“inat örneğinden yola çıkarak öfke ve merak hisleri daha anlaşılır oldu, ama aklıma takılan bir şey var. Sevme ve sevilme hissiyatları nasıl olacak, özellikle sevilme ihtiyacımız. Şimdi diyeceksin ki, Mutlak güç sahibini sev ve onun sevgisini kazanmaya çalış. Ama şimdiden söyleyeyim olmuyor, Yetmiyor insana onlar. Bizler de yaratılana sevgi duyma hisleri olduğu kadar onlar tarafından sevilmeye de muhtacız.”
“Mutlak yaratıcıyı sevmek ve onun tarafından sevilmek yetmiyor denilemez aslında, sevme ve sevilme arzusunu Yaratıcıya olan ve insanlara karşı olan ihtiyaçlar diye ayırabiliriz. Yaratıcıya olması gereken muhabbet ve havf olması gereken ihtiyaçlar. Ancak sana bir hadis-i şerif de hatırlatmak isterim. Her an İlahi vahye muhatap olan, Tüm korku ve kederden emin olunan, âlemlerin Efendisi aleyhissalatu vesselam dahi eşine hitaben, “ Konuş benimle ya Aişe! Konuş da huzur bulalım.” buyurmuş. Buradan da anlaşılıyor ki, insanları sevmeye ve insanlar tarafından sevilmeye de muhtacız. Ama bu hissiyatlarımızda da dikkat etmeliyiz. Bize verilen bu değerli hisler niçin ve nerde kullanmamız için verilmiş? “
“Tamam, ne demek istediğini anladım. Bizlere verilen bu hissiyatlar sadece ve sadece helal dairesinde kullanmamız için verildi öyle değil mi? Aynı ailede büyümüş, aynı odayı paylaşmış öz kardeşler bile, birlikte yaşarken sorunlar çıkıyor. Aynı yerde büyümemiş, farklı ilim ve kültürler almış insanlar nasıl birlikte bir ömür yaşayabilirlerdi ki? Her yerde haram aşk yaşayanların olduğu ve insanların haram aşkları normalleştirdiği böyle bir zamanda daha dikkatli olmalıyız. Çünkü nefis adeta “Herkesin bir haram sevdası varsa, benimde bir haram sevdam olmalı” diyor ve meylediyor. Senin dediğin gibi, “– Ölçüsünü ve usulünü kaybedene nimet değil, külfet oluyor aşk.” Yağmur denize bakarak düşüncelere daldı. Zebuner de denize bakarak; “ Evet, konuyu açmamız iyi oldu. Yoksa ne benim ne de senin tek başımıza üstesinden geleceğimiz bir konu değildi. İşte bu da bir ihtiyaç, insanın insana olan ihtiyacı. Bazısına bıçak verilir bazısına karpuz. Bu sayede insanı insana muhtaç eder ki kullar arasında birlik olsun.”
“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” Diyen zamanın bedii her şeyi özetliyor aslında. Sevme ve sevilme hissiyatları gibi insanların olmazsa olmaz tüm istekleri, haram ve yasak olandan sakınıp helal dairesi içinde olursa, hiç bir şeyin fayda vermeyeceği o günde pişmanlık duymaz. Hem dünyada huzur bulur Hem de “bir kulunu çok sevdim ama o beni hiç sevmiyor,” diye kimseyi kimseye şikâyet etmez.”
Fevzi H. AKTAŞ
https://twitter.com/h_fevzi
aktasfevzi@gmail.com
19 Temmuz 2014 Cumartesi
Efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselam’ın bir buyruğu ile başlamak isterim. “Müslümanların birbirini sevme ve desteklemedeki durumları bir beden gibidir. Bedenin bir uzvu rahatsız olursa, bedenin bütün organları rahatsız olur ve uykusu kaçar.”* Kardeşleri ateş içindeyken geceleri huzurlu yatan Müslümanların kendisine sorması gerekiyor. Bizler ne kadar Müslüman’ız?
Bir Gazze, bir Afganistan, bir Çeçenistan, bir Doğu Türkistan gibi birçok kardeşlerimiz ağlıyorken bizler nasıl rahat olabiliriz ki…
Eğer vicdanın sızlamıyorsa huzursuzluk duymuyorsan o zaman gönül rahatlığıyla, bedeni füzelerle parçalara ayrılmış çocukların, bebeklerin resimlerine rahatça bakabiliyorsunuz demek ki? Eğer bakamıyorsanız bu zulme sadece “ Ahh yazık, Allah yardım etsin” demekle yetinmemeliyiz.
“Onların ülkeleri perişan görüyoruz. Ya bizim devletimizde perişan olursa” anlayışı ile Müslüman olunmaz ahiretlikler! Bizleri bir beden yapan, birleştiren devlet, ırk, dil ya da coğrafya olamaz! Bizler Müslüman olarak birlik olmalıyız.
“Osmanlı güçlü bir Türk devletiydi” denilen yanlışı düzeltmek gerekiyor. “Osmanlı çok güçlü bir İSLAM devletiydi.” Osmanlı ecdadımızı güçlü kılan; Türk, Kürt, Çerkez veya başka bir ırk olması değil, Müslüman olmasıydı.! Âlemlerin sultanı Aleyhisselam’ın Veda hutbesinde “Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın arab olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır.”** Sözünü unutmamamız gerekir.
“Eee… Dua ediyoruz, Kur’an okuyoruz daha ne yapalım.” Diyenlere okuduğu Kur’an’dan bir ayet hatırlatmak isterim. “Ve sizinle savaşanlarla (sizi öldürenlerle), Allah’ın yolunda savaşın (siz de öldürün) ve aşırı gitmeyin.” *** Madem biz tüm bir bedeniz ve bir uzvumuza zarar gelince huzursuz olmalı ve o uzva bulaşan mikrobu defetmek zorundayız. Öyleyse oturup Ebabil kuşlarını beklememeliyiz. Her bir uzuv birer Ebabil olmalı ve bedenin huzurunu bozan bu İSRAİL MİKROBUNU helak edecek taşlar atmalıyız.
Eğer birlik olmuyor, geceleri huzurlu yatıyor ve hatta hâlâ eğlene biliyorsak bu durum karşısında “Geçmişler olsun biz bitmişiz.!” Allah'a inanıyorsak kendimize çeki düzen vermeliyiz.
*(Buharî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)
**Veda hutbesi
***Bakara suresi 190. Ayet
Fevzi H. AKTAŞ
https://twitter.com/h_fevzi
aktasfevzi@gmail.com
12 Temmuz 2014 Cumartesi
YA BÂKÎ…
Yağmur çiseliyor, insanlar sığınacak bir yer arıyordu. Ama Zebuner kaçışan insanları görmüyor ve yağmurdan kaçmıyordu. Hatta adımlarını yavaşlatmış, yağmur altında bile bile ıslanıyordu. O nefsini bildi bileli yağmuru seviyordu. Her bir yağmur tanesinde bedenine değen melekleri düşünür, çıkan gökkuşağında yaratıcısını temaşa etmeyi severdi.
Birçok insanın “Neden? Yine mi? Off yaa..” dedikleri şeylerin bir çoğundan o meşakkat duymuyor hatta zevk alıyordu. Çünkü o çerçeveden bakmayı seviyordu. Kader çerçevesi onu mahzun değil mutmain ediyordu.
Çocukluğundan itibaren sürüklenmişti kader çizgisinde. Kim bilir kaç kere ağlamış, kaç kere gülmüştü yaşantısında. İlerleyen yaşlarında şunu fark etmişti ki hayatı kendisinin kontrolü altında değildi. Kendisini rüzgâra teslim etmiş bir yaprak gibiydi. Zebuner, yaşantısında sadece tutunduğu dalı bırakma cüz-i iradesini kullanmıştı hep, gerisi kader denilen rüzgârın etkisiydi. Belki de bundan dolayı asla geçmişine bakıp “keşke” dememişti. Küçük yaşlarda başı sıkışınca ya da çok zor durumlarda kaldığında kendi kendine geliştirdiği bir yöntemi vardı. Bu da geçer ya hû. Bu da geçecek ve eskisi gibi güleceğim derdi kendine. Bu onun için kadere teslim oluş demekti. Yaşamında “Bu hiç doğru bir karar değildi” dediği birçok tercihi olmuş ve sıkıntılarını çekmişti de. Ancak olaylara dar bir çerçevede değil geniş zaman çerçevesinde baktığında o sıkıntılarının hiçbir önemi kalmamıştı ve kalmıyordu da. Çünkü insan kendine zulm eder ancak kader ona adalet ederdi. Bu tecrübeler, bunun da geçeceğini, kendinin yalnızca kaderi yaşadığını kanıtlamıştı ona. Yaratılan bütün insanlar gibi onun da nefsi sonsuzluğa âşık ve sınırsızı istiyordu. “ Ya Bâkî entel Bâkî, Ya Bâkî entel Bâkî ”1 cümlesi sırrınca, ayağına değen taştan, bedeninde kalıcı olan hastalığa kadar her şey ama her şeyden hoşnut olmuştu. Önemli olan bu imtihanlarda sitem etmiş miydi? Etmemiş miydi? Sadece bu önemliydi hayatında.
Rahat davranışlardan, yaptığı ya da yapacağı seçeneklerden korkmamasından dolayı kendisine birçok kişi gıpta ediyordu. Aslında Zebuner yaşamı boyunca bütün insanlar gibi birçok şeyden korkmuştu. Ama sadece bunları hissettirmiyor, Her probleminde ve korkusunda mutlak sahibine başvuruyor, sığınıyordu. O gitmese bile “El-Kâbız” olan yaratıcısı içine verdiği sıkıntı ve hüzünlerle onu huzura çağırıyordu.
Fevzi H. AKTAŞ
aktasfevzi@gmail.com
17 Haziran 2014 Salı
![]() |
Çünkü hastalık, gaflette ve çabuk geçen hayatı yavaşlatıyor, bereketlendiriyor. |
Gökyüzü henüz çocuk yaşlarda idi. Her gece uyumadan önce mutlaka ağlardı. Ve uyanması genellikle büyük bir gürültü ile olurdu. O hiçbir zaman güneşi görememişti çünkü savaş olan bir ülkede yaşıyordu. Yerlerde yatıyor sokaklarda ne bulursa onu yiyordu. Her sabah kalktığında diz çöküyor “ Ya Rabbi, bari bu gün anneme tecavüz etmesinler. Ne olur” diyerek ağlıyordu.
Yağmur ise başka bir ülkede yaşıyordu. Çocukluğu savaş içerisinde geçmişti. Artık yetişkin olmuş ve bu zulme dur demek isteyen askerlerdendi. Yağmur yeni evlenmişti, ilk defa bu kadar sevinçli ve mutlu hissediyordu kendini. Düğün yaptıkları gece evlerine eli silahlı maskeli askerler girmiş, karısını ve onu dövüyorlardı. Daha birkaç saatlik huzurun başladığı evi hüzün evine dönmüştü. Onun bakmaya bile kıyamadığı eşini dövüyorlar, tecavüz ediyorlardı. Çaresiz ağlıyor, bağırıyor ama hiçbir şey yapamıyordu.
Bulut’un iki çocuğu vardı. Ülkelerinde savaş çıkmış ve eşini kaybetmişti. Kaldıkları evleri, sığınakları yıkılmıştı. Sokaklarda çaresiz barınacak ve yiyecek bir şeyler arıyordu. Zaman zaman askerler ile karşılaşıyor dayak yiyor ve ağlıyordu. Kendisine üzülmüyordu hiç; canları, yavruları da dövülüyor yerlerde sürükleniyordu. Bir baba olarak çaresiz ıslak gözlerle “ Rabbim, İyya kena’büdü ve iyya kenastain” diyordu.
“Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ değil şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihâzâtın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın.”** Diyen zamanın bedii, seni özetliyor ey nefis !
Sen gelmeden önce dilekçe mi, mail mi gönderdin? Beni savaş olmayan bir ülkeye gönder diye? Ya da sağlam, güçlü ve özgür bir ailede doğmak istiyorum diye? Bir savaşın ortasında doğmuş birisi olabilirdin.! Gökyüzü, Yağmur ya da Bulut’un yerinde olabilirdin, bunu sen seçmedin! Sen şimdi bir musibet geldi diye mi şikâyet ediyorsun? Kız/Erkek arkadaşından, haram bir sevdadan terk edildin diye mi sızlanıyorsun? Şu sınav için ne de çok çalışmıştım ama kazanamadım diye mi bu şikâyet? Hasta oldum şu dünya zevklerinden mahrum kaldım diye mi ağlıyor, üzülüyorsun? Hastalık bahanesi ile zevklerinden, eğlencelerinden uzak durduğun için mi şikâyet ediyorsun? Üzerinde ki hiçbir şey senin değilken sana herşeyi vereni mi şikâyet ediyorsun? Sen kimi, kime şikâyet ediyorsun Ey nefis!
Yine zamanın bedii’nin bir sözünü hatırlatmak isterim sana “Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa iki gözü de olmayan, âmâlara bak, Allah’a şükret.”
Şükret ki nimetin çoğalsın, ebedi olsun.
Fevzi H. AKTAŞ
*Yakınmak, Sızlanmak, Şikâyet etmek
** Hastalar risalesi, 4. Deva
25 Mayıs 2014 Pazar
Sıkıntı, meşakkat, ağrı, acı ve hüzün. Bunlar ne kadar güzel şeyler! Desem birçoğunuz delirdiğimi düşünürsünüz sanırım. Hatta acıdan zevk alınır mı? Yahu dediğinizi duyar gibiyim.
Evet, elbette bunlar hoş şeyler değildir. Ancak bunları ne kadar istemesek de başımıza geldi, geliyor ve gelecek. Melekler, bizlere gıpta bile ediyor aslında bu duygular için. Peki, bu elemlerden niçin hoşlanılır? Melekler niçin gıpta eder?
Aslında birçoğunuzun da bildiği Esma-ül Hüsna’dan iki Esma var. El-kabız ve el-basid bu ismi Celilleri örnek alalım. Melekler bu isimleri sadece bilirler! İnsanlar ise bu isimleri bizzat yaşayarak, tatbik ederek öğreniyorlar. Acı, ağrı, sıkıntı çekenler; el-kabız isminin tecellisini yaşıyor öğreniyorlar. Buna karşın bu sıkıntı ve kederden kurtulup rahatlayınca, hüznün yerini sevinç, ağrının yerini rahatlama, sıkıntının yerini ferahlık alınca el-basid isminin tecellisini yaşıyorlar. Yüce yaratanın ismi eşrefleriyle bizzat muhatap oluyor yaşıyorlar.
Pekâlâ, zor ve bazen dayanılmaz gibi olabiliyor ama bizlere müjdeyi Allah kur’an-ı kerim de şöyle veriyor.”Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.”(bakara/286)
El-kabız (dilediğine darlık veren, sıkan, daraltan) ve El-basid (dilediğine bolluk veren, açan, genişleten) bu iki ismi celilleri bizzat yaşamak, bilmek ve idrak etmek bizlere en büyük lütuf değil midir? Geçenlerde bir kitapta okuduğum söz geliyor aklıma “ İnsan olmanın dayanılmaz hafifliği” bunu o zaman tam anlayamamıştım ancak ne demek istediğini şimdi daha net anlıyorum. Gerçekten O’nun Esmalarına muhatap olmak, insan olmanın en dayanılmaz hafifliği!
Tüm acziyetimle Bu konu hakkında birkaç ayet hatırlatmak isterim.
“Şüphesiz! Güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.(inşirah/5-8)”
Esma-ül Hüsnaların üzerimizdeki tecellilerinden dolayı kızan, üzülen değil de, şükredenlerden olmamız dileğimle.
9 Mayıs 2014 Cuma
MASAL DEĞİL (Kİ) BUNLAR
Dışarıda kar yağıyordu. Yeryüzü beyaza bürünmüştü. Zebuner sıcak yatağında, pencereden sessiz bir şekilde yağan karı seyrediyordu. Annesi elinde bir kitap ile odasına girerken yine heyecanlıydı. Çünkü annesi bunu genellikle yapardı. Elinde ki kitap ile yanına gelip ona hikâyeler masallar anlatırdı. Her biri çok hoşuna giderdi. Annesi yatağının yanına gelip koltuğa otururken, o tekrar pencereden bakmaya başladı. Annesi de Zebuner'in başını okşayarak hikâyesini anlatmaya başladı.
Bir gün bir peygamber varmış. Öyle bir peygambermiş ki, Bütün âlemler o'nun hürmetine yaratılmış. Öyle güzel ahlaka sahipmiş ki, herkes onu sever, saygı duyarmış. Bütün dediklerini eksiksiz yaparlarmış o ne dese doğruymuş, çünkü asla yalan söylemezmiş. Hatta bu yüzden isminin yanında "Emin" de derlermiş. O herkesin her şeyin hayatına yaşantısına örnekmiş. Sadece ahiret için değil sağlık ve ilim içinde onun dedikleri çok değerliymiş. Ayakta yemek ve içmeyi tasvip etmemiş. Kadınlar ve erkeklerin mesafeli olmasını istemiş. Kadınların yalnız başına yolculuğa çıkmamalarını istemiş. Kadınlara hiç kimsenin vermediği kadar değer vermiş ve verilmesini emretmiş. Kimsenin kimseye kin duymamasını istemiş. Çocuklarına kimsenin olmadığı kadar merhametli ve sabırlı olmuş ve öyle olunmasını istemiş. Bunlar gibi birçok şeyi yapmış ve tavsiye etmiş. Çok geçmemiş ki bütün insanlar arasında güven, hoşgörü ve huzur olmuş. Çünkü istediği her şey ama her şey nefsi için değil insanların huzuru sağlığı ve güveni içinmiş.
Ama yıllar ve asırlar geçmiş. O güzel peygamberi bilen seven insanlar olmasına rağmen dediklerine emirlerine hep bahaneler bulunmuş. Onu seviyorum diyenler bile onun dediklerini yapmaz, uygulamaz olmuşlar. Nefisleri onları kandırır, oyalar olmuş.
Kadınlar ve erkekler mesafesini koruyamamış, helal haram demeden yakınlaşmışlar. Nefislerine hoş geldikçe bahanelerde üretir olmuşlar. "Ama para. Ama ilim. Ama iş. Ama yemek" der olmuşlar, bu yakınlaşmalara. Hep bahaneleri olmuş mutlaka. Kadınlar meta olarak görülüp, özgürlük adına zorluklarla baş başa bırakılmışlar. Mahremsiz yolculuk yapılmaya başlanmış ama tabi ki nefsin bahanesi hazırmış çünkü artık o çağda değillermiş. Otobüsler, trenler, uçaklar varmış. Her yerde güvenlikler varmış. Ama O, bu yolculuğu istemezken de güvenlik varmış kafilelerde. Hem de aslan gibi sahabeler tarafından. Kin duyulmaya başlanmış çünkü kimse kimseyi kardeşi görmez olmuş. Bu yüzden de, bu devirde kimseye güvenilir mi? denilmeye başlanmış.
Zebuner bir türlü anlam verememiş ve Annesine merakla bakarak, "Anne peki insan çok sevdiği güvendiği kişinin dediklerini neden yapmaz? Bahaneler sunarlar ki?" dedi ve ekledi "Hem onların arasında hiç mi onun dediklerini yapan olmamış?"
Annesi : Elbet var. İnsan nefsine uyar ve daha sonra uyanmaz ve temkinli olmazsa söyleyen en sevdiği bile olsa duymayabilir. Daha devamıda var hikayenin;
- Çocuklara sabır gösterilemez olmuş. Ellerine teknolojik son moda aletler. önlerine ise dünyayı ayaklarına getiren kara kutu teknolojiler, uyuşturucu ve susturucu olarak konulmuş adeta. Ama bahaneler hazırmış. Çalışılması para, getirilmesi gerekiyormuş. Anne ve baba sadece para getirdikleri için yorgunlarmış. Hem zamane çocukları da o çağlarda ki gibi değillermiş zaten. Büyüklerine saygıları yokmuş. Dünya böyle olunca huzur, güven, hoşgörü ve sağlıklar da yok olmuş.
Zebuner, Annesini dinlerken arada yine kar yağışının sessizliğine bakmaya devam ediyordu. Annesine soracağı daha bir çok şey vardı.
Bu yapılması gerekenler, hatırlatıldığında ne yapıyorlar tekrar düzeliyorlar mı?
Annesi: Bunlar elbet söyleniyor ama buna da bir kılıf buluyor nefis. "O peygamberdi biz öyle değiliz ki nasıl yapalım. " dermişler.
Ama yapanlar olmuş değil mi peygamber olmadığı halde?
Annesi: Evet, Elbette olmuş. ama bu sefer de "Ancak Her şeyi yapamayız ki zaten nasıl yapalım." demişler. Dur hatta sen sormadan ben söyleyeyim. " Böyle, her şeyi de yapamayız zaten gibi düşünülürse hiçbir şey yapılamaz zaten. Tarihde de bunları uygulayanlar olmuşlar ve hala da yapılabiliyor. " deyince de. "Ama o çağ başka bu çağ başka o devirde yaşamıyoruz ki" demişler bu sefer de.
Zebuner, İyi ama o peygamberin(s.a.v) getirdiği kurallar ve uygulamalar dünyanın sonuna kadar geçerli bunu unutmuşlar. diye söylendi.
Annesi tebessüm ile yanında sürekli getirdiği kitabı aldı oturduğu koltuktan kalkıp Zebuner'in başını okşayarak "hayırlı geceler" diledi.
Annesi odadan çıkmak üzereyken Zebuner: Anne o yanında getirdiğin kitap ne? Sürekli yanında taşıyorsun. Getiriyorsun ama ona bakarak hiç birşey anlatmıyorsun. diye sordu.
Annesi her zaman ki sıcak tebessümü ile "Kur'an-ı Kerim" dedi.
Fevzi H. AKTAŞ
23 Nisan 2014 Çarşamba
Hani diyor ya şair, bağlanmayacaksın hiçbir şeye öyle körü körüne o olmazsa yaşayamam demeyeceksin, yaşarsın çünkü... Evet bağlanmayacaksın, bağlandıkların elinden gidiyor çünkü birer birer... Hatırlıyor musun ilk sevdiğin kızı ya da oğlanı hani derdin ya daha ışığın düğmesine yetişmezken boyun! onu sever onunla evlenecek olurdun ya da oyuncağın en sevdiğin araban, bebeğin sadece senindi hep oynasan da bıkmazdın her gittiğin yere götürürdün o senindi çünkü onu çok severdin...
Biraz büyüdün artık okula başlamış ve hatta 6. sınıfa gidiyordun belki, artık en sevdiğin oyuncakların yoktu yanında kim bilir hangi dolapta ya da hangi çöp konteynırındaydı. Bisikletin, komşu çocuğu arkadaşların vardı öyle bağlıydın ki onlara sokak da oyun oynadığın için eve bile zor girerdin.
Ve şimdi biraz daha büyüdün artık liseye gidiyordun ne oyuncakların vardı yanında ne bisikletin ne de komşu çocuğu arkadaşların. Şimdi artIk okul arkadaşların vardı hiç ayrılmam dediğin. Onlarla yer, onlarla gezer, onlarla konuşurdun hatta hatırlıyor musun ilk sırrını paylaşmıştın en yakın arkadaşına, sevdiğin erkeğin ya da kızın ismini. Arkadaşlıktan öteydi onlar senin için beraber okula gider ve hatta çoğu zaman okul çıkısı onlarlaydın ve bu yüzden kaç kere azar işitmiştin babandan. Ama onlar anlamazdı değil mi? sizin dostluğunuzu kardeşliğinizi...
Ve sonunda biraz daha büyüdün artık kim bilir nerede üniversite kazanmıştın belki de şehir dışında şimdi ise ayrı vazgeçilmezlerin vardı derslerin ve hayalin vardı, bu okulu bitirip doktor, polis, öğretmen olacaktın. Büyüktü hayallerin ve sıkı sıkıya bağlıydın artık onlara. Sonunda yetişmiştin hayallerine bugün mezun oluyordun ve okuduğun alanda çalışmasan da artık bir iş sahibiydin ve sonunda evlilik vardı önünde yine hiç vazgeçemediğin bir erkek yada kızla birlikte..
Sen bağlandıkça hayal kurdun ve planlar yaptın sürekli ama yaratanın senin için hazırladığı plandan habersizdin.! Ve o gün geldi ölüm meleği çaldı kapını usulca ve sen dedin ki "ama benim hayallerim var evlenecektim" dedin. "İyi bir geleceğim olacak" dedin, "ben ondan kopamam ki hem ben çalıştığım iş yerini de çok seviyorum hem maaşı da iyi" dedin ama dinlemedi ölüm meleği dinleyemezdi de.
Sonra adeta bir film oldu geçmişin gözünün önünden geçti hızlıca ve sen fark ettin ki nelere bağlanmıştın vazgeçemem demiştin de sonra hepsi önemini yitirmişti birer birer.. Şimdi yine vazgeçme zamanıydı hem de her şeyden.
Ve sonra kabir, mahşer, mizan derken cennet kapıları açıldı sana ve dünyadaki halin gelmişti gözünün önüne bir tebessüm ettin bağlandıklarına vazgeçemem dediklerine şimdi sonsuz cennet önündeydi ve orada bağlanabilecektin her istediğine, gönlün yettiğince hem de sonsuz bir şekilde...
Fevzi H. AKTAŞ
12 Nisan 2014 Cumartesi
Sen yoksun ya Resul,buralar çok ıssız çok yalnızız…
Sen yoksun efendim garipleri sahiplenmiyor kimse, açları doyurmuyor…
Sen yoksun sevgili gençlerimiz haram içinde kimse senin gibi sahip çıkmıyor…
Sen yoksun ya Rasulullah ezan okunurken Muhammederrasululullah denilince kimse ağlayanları duymuyor…
Sen yoksun Muhammed-ül Emin kimse kimseden emin değil…
Sen yoksun ya Rahmetullah kardeşin kardeşe rahmeti yok buralarda…
Sen yoksun ya Habibullah dine küfürler ediliyor, oyunlar oynanıyor buralarda..
Ama bekliyoruz seni sevgili… Bekliyoruz seni rüyamıza teşrif et diye..
Sen bizi özlediğini söylemiştin ashabına, bizde seni çok özledik ya Rasul ya Habib…
Gel kurtar bizi, dinimizi benliğimizi medet ya Rasulallah…
Yüzümüz yok belki, bu günahlar içinde ama, bizi de kabul et sancağının altına bizleri de kabul et cennet komşun olarak sevgili…
Elfüelfisalatin ve elfüelfi selaminaleyke Ya Resulallah